Ten, göz, saç rengimiz, boyumuz ya da şeker, prostat, lösemi gibi hastalıklarımızın genetik olarak gelecek nesillere aktarıldığını biliyoruz. Ancak torunlarımız, sahip oldukları özellikleri sadece DNA yoluyla almıyorlar. Çalışmalar gösteriyor ki dedelerimizin geçirdikleri travmalar, yaşadıkları hüzün ve sıkıntılar biyolojik olarak bize aktarılabiliyor!
Kitlesel yok oluşlar, savaşlar ve ekonomik buhranlar nedeniyle pek çok nesil, potansiyelini gerçekten ortaya koyamadan yeryüzünü terk etti. O nesillerin torunları ise geçmişte yaşananları, hiçbir zaman sadece bir anı olarak görmedi; aslında bütün hayatları bu geçmişe göre şekillendi.
Gerilimlerin tavan yaptığı bu dönem; toplumların her tabakasında, her bireyi etkiledi.
Hem ülkemizde hem de dünyada insanların hayatı giderek daha stresli, travmatik ve hüzün dolu bir hale geliyor:
Bütün dünya, 21. yüzyılda ilk defa ateşi görmeden yangını, silahı görmeden savaşı deneyimliyordu. Ancak yangınlar da oldu savaşlar da başladı. Bugün yaşananlar hiç kuşkusuz yarını da etkisi altına alacak. Peki genetik bilimi bu konuda ne diyor?
Bazı araştırmaların sonuçlarına göre işte bugün yaşadığımız o travma ve sıkıntılar; biyolojik olarak gelecek nesle aktarılabilir! Her şey DNA’dan ibaret değil, sizi “epigenetik” ile tanıştıralım…
Araştırmalara göre yaşadığımız ortamdaki değişiklikler, DNA’larımıza kimyasal etiketler eklenmesine veya çıkarılmasına neden oluyor. Bu etiketler de ilgili genleri açıp kapıyorlar, böylece değişen koşullara daha hızlı uyum sağlayabiliyoruz. Ancak söz konusu etki sürekli devam ederse değişen genler kalıcı hale geliyor; çocuklarımıza ve hatta torunlarımıza da aktarılıyor. Bu genler, genelde ten ve göz rengi gibi fizyolojik özelliklerimizi belirliyorlar. Ancak sahip olduğumuz özelliklerin gelecek nesle aktarılması için tek araç burada bahsettiğimiz DNA transferi, yani genetik kodlar değil.
Genetik dışında nesilden nesle aktarılan özellikleri inceleyen bilim dalına da “epigenetik” deniyor. Evrim Ağacı’ndan Baha Patlar’a göre epigenetik bilimi, yaşadığımız çevrenin üzerimizdeki etkilerini gelecek nesle, hatta birkaç kuşak sonraki torunlarımıza bile nasıl aktarıldığını enceliyor. Kısaca DNA’larımız değişmese bile “epigenomlarımız” değişebiliyor.
Örneğin genetik olarak çok yakın DNA dizilimlerine sahip tek yumurta ikizleri, epigenomları farklı olduğu için farklı karakteristik özelliklere sahip olabiliyorlar. Aynı şey bir dede ile torunu için de geçerli:
Travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete ve depresyon bizi biyolojik olarak değiştiriyor. Bu değişimler de büyük ihtimalle gelecek nesillere aktarılıyor:
Zürih Üniversitesinde görevli sinir bilimci Ali Jawaid, bu konuyu en yakından gözlemleyen bilim insanlarından birisi. Kendisi, Pakistan’ın başkenti İslamabad ve Multan kentinde yaşayan, savaşlarda anne ve babalarını kaybetmiş yetim çocukları yakından inceleme fırsatı yakaladı; ebeveynlerinden ayrılmış olmanın yarattığı duygusal travmaların ve stres bozukluklarının biyolojik durumlarını nasıl etkilediğini merak etti.
Bulgulara göre söz konusu çocuklar, içinde bulundukları durumdan o kadar uzun süre boyunca etkilendiler ki yaşadıkları değişimleri, kendi çocuklarına da aktarabilecekleri anlaşıldı. Yani savaşta ailesini yitiren bir çocuğun torunları bile, koşulları ne kadar iyi olursa olsun aynı travmanın etkilerini yaşayabiliyor. Benzer bir durum, II. Dünya Savaşı’ndaki soykırımdan kurtulanların torunlarında da görülmüş, çocuklarının biyolojik olarak ve sağlık açısından etkilendikleri yani hiç yaşamadıkları geçmişin izlerini taşıyabildikleri keşfedilmişti.
II. Dünya Savaşı’ndaki soykırımdan kurtulanların torunları, hiç görmedikleri o travmaların biyolojik izlerini taşıyor:
New York’ta bulunan Icahn Tıp Okulu’nda görevli Rachel Yehuda, II. Dünya Savaşı’ndaki soykırımdan kurtulan 40 kişinin bugün hayatta olan torunları üzerinde bir araştırma yaptı. Bulgularına göre stres hormonu salgılanmasında rol oynayan katalizör, savaştan kurtulanların torunlarında da eser miktarda etki gösteriyor. Büyüklerinizin yaşadıkları acıları bugün biyolojik olarak taşığıdınızı düşünün…
Diğer taraftan Yehuda’ya göre travmanın kalıtsal bir etkisi olup olmadığını “kesin bir şekilde söylemek” için erken bir dönemdeyiz. Hatta Yehuda, medyanın söz konusu bulguları çok abarttığını ve çarpıttığını vurguluyor. Bu nedenle yanıltıcı haberlerin, sonraki nesilleri en az epigenetik etkiler kadar kalıcı olarak etkilediğini belirtiyor.
Günümüzden 50 yıl sonra yaşayacak gençlere büyük bir “sosyal miras” bırakabiliriz:
Elbette bu yargıda kesinliğe varmak zor, çünkü deneyimlerin epigenetik etkilerini araştırmak için her zaman yıkıcı örneklerle yüzleşmek gerekiyor. Bu yüzleşme, bilim insanları için ateşte yürümek gibi. Ancak araştırılması ve anlaşılması gerekiyor. Washington Eyalet Üniversitesi biyoloğu Michael Skinner, bu konuda ScienceMag’e aşağıdaki açıklamalarda bulunuyor:
“Büyükanne ve büyükbabanızın maruz kaldığı şeyler hastalık riskinizi değiştiriyorsa, bugün yaşadığınız şeyler de torunlarımızı etkiliyor demektir. Bu gerçekten korkutucu bir şey.”
Skinner’in bu konuda hayvanlar üzerinde yaptığı bir araştırmaya göre, travmatik etkilerle meydana gelen epigenetik değişiklikler, birden fazla nesle aktarılabiliyor. Eğer travmalar insanlarda da benzer şekilde epigenetik etkileri tetikliyorsa başta akıl sağlığı olmak üzere, diğer sağlık sorunlarının da sosyal bir miras olarak gelecek nesillere aktarılacağı anlamına geliyor. Zaten daha önceki araştırmalar ve örnekler de bunu gösteriyor.
Bilim dünyasında, travma sonucundaki epigenetik etkilerin gelecek nesillere nasıl aktarıldığını aydınlatmak için yoğun bir çaba var. Öyle ya da böyle bulgular gösteriyor ki bugün yaşadığımız sıkıntıların bizde yol açtığı değişimler; yarın belki de daha standart ve normal bir yaşam sürecek torunlarımızı da etkileyebilir.
İyi bir haberle bitirelim:
Eğer epigenetik değişimlerin biyolojimizi nasıl etkilediği, bunun gelecek nesillere nasıl aktarıldığı çözülürse, tedavileri daha kolay bir hale gelecek. Umarız o günler geldiğinde herkesin tedaviye daha kolay ulaşabilmesi de sağlanır.