Aşı tarihinde Osmanlı Devleti’nin önemini anlamak, birazdan okuyacağınız şeylerin altını doldurabilir.
Kendi döneminin en büyük ve önemli aşı üreticilerinden olan Osmanlı Devleti, kuduz aşısının piyasaya sürülmesinde bir öncü konumundaydı. Peki böyle bir buluşun hayata geçirilmesinde nasıl etkili oldu dersiniz?
Osmanlı Devleti olmasaydı, belki de kuduz aşısı hiç olmamış olabilirdi. Çünkü kuduz aşısının yolu, Osmanlı topraklarından geçti ve dünyaya yayıldı. Hazırsanız anlatmaya başlayalım!
19. yüzyılın sonlarına doğru aşı araştırmaları geliştirilmeye başlandı.
Bu dönemler, dünya tarihi açısından oldukça önemli gelişmelere imza atılmasıyla önem arz ediyor. Özellikle yaptığı aşı çalışmalarıyla tanıdığımız Louis Pasteur‘ün 1885’te Fransa’da kuduz aşısı keşfi, insanlık tarihinde üretilen ikinci modern aşı olarak kabul ediliyor.
İlki ise çiçek aşısıydı. İngiliz doktor Edward Jenner’ın eşi Lady Montagu, bu topraklara olan ziyaretinden sonra yazdığı mektuplarında Osmanlı’da kullanılan çiçek aşısından bahsediyor. Tüm dünyanın çiçek hastalığından kırıldığı bu dönemde Osmanlı Devleti’nde uygulanan bir yöntemi geliştiren Edward Jenner, aşı sayesinde tüm Avrupa’yı kurtarmıştı.
Osmanlı Devleti’nin çiçek aşısının bulunmasına etkisine bakmak için aşağıdaki içeriğimizi okuyabilirsiniz.
Osmanlı’da Uygulanan Çiçek Hastalığı Tedavisi Nasıl Oldu da Tüm Avrupa’yı Kurtardı?
Bakterilerin insan vücudu üzerindeki etkilerine dair çalışmalar gerçekleştiren Pasteur, tıp doktoru olmadığı için bu konuda birçok eleştiriye maruz kalırken aşı üretme çalışmalarını sürdürebilmek için de maddi destek arayışına girdi. Birçok devlet başkanına, yardım talepleri içeren mektuplar yazmıştı.
Tek yanıt aldığı kişi Rus Çarı oldu ama o da Pasteur’e sadece portresini göndererek destek oldu. Hiçbirinden kabul alamayan Pasteur, çareyi Osmanlı Devleti’nde buldu.
Pasteur’ün yardım taleplerinden biri de Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit‘e ulaştı.
Osmanlı padişahları arasında adı en fazla duyulan Sultan Abdülhamit, devletin ilerlemesini sağlayacak her gelişmeye ve bilime açık bir kişiydi. Pasteur’ün bu talebini duymuş, aşı üretim çalışmalarının da İstanbul’da yapılması koşuluyla finansal destek sağlamaya hazır olduğunu belirtmişti.
Pasteur, bu teklif karşısında tereddüte düşse de ülkesinden ayrılmayı kabul etmeyince, Abdülhamit ikinci bir teklifi kendisine sunmaktan geri durmadı.
Sultan Abdülhamit, bu teklifinde Pasteur’e 10.000 altın hibe edebileceğini ve 1. derece Mecidiye Nişanı ile kendisini onurlandıracağını bildirmişti. Tek koşulu ise kendi belirleyeceği Osmanlı hekimlerini de çalışmalarına dahil etmesiydi.
Pasteur, bu cazip teklifi kabul etti ve yanında eğitim alacak kişileri Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’den seçti. Bu kişiler, müderris Alexander Zoeros Paşa’nın başkanlığında Dr. Hüseyin Remzi ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey’di.
Pasteur, kuduz aşısını ilk olarak 6 Temmuz 1885’te bir köpek tarafından ısırılan 9 yaşındaki Joseph Meiste adında bir çocuğa uyguladı.
Aşının uygulanıp uygulanmaması konusunda bir hayli tereddüte düşülse de nihayetinde aşı olmasa da çocuk ölecekti diye düşünerek aşıyı uyguladılar.
14 yerinden ısırılan çocuğa yapılan aşı, 10 gün içerisinde olumlu sonuçlar vermeye başladı. Pasteur ve Mekteb-i Tıbbiye’den ekip arkadaşları, çocuğu iyileştirerek kuduz aşısını başarıyla geliştirmenin haklı gururunu yaşadılar.
Zoeros Paşa’nın başkanlığında oluşturulan ekip, Osmanlı topraklarına “kuduz mikrobu” ile enjekte edilmiş kemik iliği ile geri döndü. Ardından da 1887’de Zoeros Paşa’nın kliniğinde, Daûl-Kelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kuruldu.
Bu kurumun önemi, dünyadaki üçüncü kuduz merkezi olmasıydı.
Doğu sınırlarında ise ilk kuduz merkezi olarak tarihe geçti. Zamanla bu merkez, sadece kuduz aşısını değil; aynı zamanda difteri serumunu da üretmeye başladı. Nitekim başarılı da oldular.
Osmanlı’nın aşı çalışmalarının önü de bu sayede açıldı. Aşı üretim ve araştırma enstitüsü olarak bilinen “Telkihhane“, 1892 Temmuz ayında Dr. Hüseyin Remzi Bey’in liderliğinde, İstanbul’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhane bahçesindeki bir binada faaliyete geçti.
Bu merkez, Avrupa’daki mikrobiyolojik buluşları ülkemize hızla kazandırmak için büyük çaba sarf etti.
1892’de Emil von Behring tarafından “difteri serumu” keşfedildi. Ülkemizde ise bu serum, Veteriner Mustafa Adil tarafından “Bakteriyolojihane”de üretilmeye başlandı ve 1896’da üretime geçti.
Gelişmeler bununla bitti sanmayın sakın, aşı konusunda büyük bir ilerleme kateden Osmanlı Devleti, 1897 yılında ise dünyada bir ilk olacak olan sığır vebası serumu yine Mustafa Adil tarafından üretildi. 1903 yılında ise bu çalışmalar, yerini kızıl serumu üretimine bıraktı.
Tamamen ücretsiz ve devlet eliyle gerçekleştirilen aşı çalışmaları, Osmanlı Devleti’nde hız kesmeden devam etti. Sağlık sektöründe büyük bir atılım kazanıldı. Böylece tüm dünyanın kuduz aşısı olarak bildiği Pasteur’ün bu buluşu, Osmanlı topraklarında, II. Abdülhamit onayı ile hayata geçirilmiş oldu.