Tarihteki insanların şehirler yaratması, tapınaklar inşa etmesi, devasa taşları kilometrelerce taşıması, dini icat etmesi gibi bazı durumların nasıl olduğu konusunu kabul etmekte zorlanıyoruz. Üstüne bir de antik medeniyetlerin, dünyanın farklı yerlerinde olup hiçbir bağlantıları olmadan aynı şeyleri yapabiliyor olması kafa karıştırıcı olabiliyor.
Kimileri kabul etmese de tüm bunların açıklaması, kolektif bilinç dışı ile tanımlanıyor. Bazıları bu kavramı, sahte bilim olarak sayıyor bazıları ise insanların nasıl davrandığına dair ikna edici bir açıklama olarak görüyor.
“Kolektif bilinç dışı hakkındaki gerçekler neler? Bunun sayesinde insan davranışını açıklayabiliyor muyuz?” konularına kafa yoranları içeriğimize alabiliriz. Belki de bazı taşları yerine daha kolay oturtabilirsiniz.
Nasıl oluyor da Aztekler ve Mısırlılar aynı yapıyı inşa edebiliyor?
Aztekliler tarafından yaklaşık 2 bin 500 yıl önce inşa edilen Güneş ve Ay Piramitleri, Mısırlıların MÖ 2 bin 600 dolaylarında yaptığı Mısır Piramitleri göz önüne alındığında “Nasıl oluyor da birbirlerinden habersiz ama çok benzeyen yapılar inşa edebililiyorlar?” sorusu akıllara geliyor. Bu da aslında kolektif bilinç dışı ile açıklanıyor. Çünkü, her iki medeniyetin de benzer yapılar yapabilmesi için birbirlerinden haberdar olmalarına gerek yok.
Kolektif bilinç dışı kavramı sadece insanlar için geçerli değil.
Videoda görmüş olduğunuz kunduz, evde yetiştiriliyor. Yuva yapmak ise onların doğasında var. Doğadaki gibi ağaç parçaları bulamasa da güvenli bir yuva yapma güdüsünü, ait olduğu şartlara göre şekillendiriyor. Doğduğundan beri familyasının böyle bir davranışından haberi olmayan kunduzun videodaki taklitinin de açıklaması, kolektif bilinç dışı.
Şimdi gelelim konumuza ve her şeye en başından başlayalım.
İnsanoğlunun anlamlandırmaya ihtiyacı var.
Varoluşçu Psikiyatrist Viktor Frankl’ın da öne sürdüğü gibi biz insanlar anlam bulmaya veya anlamlandırmaya yönelik doğuştan gelen bir ihtiyaca sahibiz. Nasıl yemek yemeye veya su içmeye, seks yapmaya, barınmaya, sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyuyorsak “anlam”a da ihtiyacımız var.
Örneğin, gök gürültüsünü bizler şu anda bilimsel olarak açıklayabiliyoruz. Ancak atalarımız tarafından gök gürültüsü, tanrıların öfkesi olarak tanımlanıyordu.
Aslında bazı psikolojik ve fiziksel olayları anlayamadığımızı hissettiğimizde mevcut bir açıklama ya da efsaneyi yakalar ve ona tutunuruz. Böylelikle de bilinmeyenle yüzleşmenin kaygısını ortadan kaldırırız.
Anlamlandırmanın elle tutulur hâlini ortaya koyan kolektif bilinç dışının babası Carl Gustav Jung
1875 doğumlu Carl Gustav Jung, Sigmund Freud’un yakın arkadaşıydı ve psikoloji alanında öncüydü. Analitik psikoloji olarak bilinen kendi düşünce okulunu geliştirmek için Freud’tan ayrılan Jung, zihnin bilinçli ve bilinçsiz unsurları arasındaki bağlantıyı araştırdı.
Bastırılmış Duygular ve Cinselliğe Yönelik Benzersiz Teorilerin Babası Sigmund Freud Hakkında Bilmeniz Gerekenler ve En Önemli Eserleri
Jung; kolektif bilinç dışını, türün doğuşundan bu yana biriken ve genetik, psikolojik olarak nesilden nesile aktarılan insan bilgisinin, içgüdüsünün, hafızasının ve deneyiminin geniş bir deposu olarak tanımladı. Yani kolektif bilinç dışı, kişisel deneyimlerden değil atalarımızın kolektif deneyimlerinden oluşuyor.
Doğuştan gelen bilgeliğin ve bilginin derin kuyusu olan kolektif bilinç dışı, tıpkı internet gibi hepimizi bilinçsizce birbirimize bağlıyor. Bu sayede birbiriyle alakası olmayan bireylerin, kabilelerin veya uygarlıkların sanat veya mimarisinde, mağara çizimlerinde, dininde, petrogliflerde çarpıcı benzerlikler ortaya çıkıyor.
Dr. Jung bu fikrini açıkladığında birçok kişi tarafından alay konusu olsa da geçmişte veya günümüzde UFO’larla iletişime geçtiğimizi savunan fenomenlerin yanı sıra tanrı gibi kavramların içimizde yaşadığı arketip fikri daha mantıklı hâle bürünüyor.
Kolektif bilinç dışına verilen arketip örnekleri incelediğinizde Dr. Jung’un bugüne kadar “Nasıl oluyor?” diye sorduğumuz birçok soruyu cevaplandırdığını görebilirsiniz. Hayatımızdaki tipik durumların sayısı ile arketipler eşit olacağından bu durum sonsuzluğa doğru uzanıyor. Ancak Jung, bunlardan en önemlilerini seçti: Persona, Anima veya Animus, Gölge ve Benlik.
Persona: Dış dünyaya karşı taktığımız maske ile aslında çıkarlarımızı koruyoruz.
Persona kelimesi, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maskeden geliyor. Kelimenin anlamı da durumu tam olarak anlatıyor. Analitik psikolojide persona; insanın, kendisi olmayan karakteri yaşaması anlamını taşıyor. Yani kişi, aslında toplumun onayını almak için dış dünyaya karşı bir maske ve kimlik takıyor.
Yaşamımızı sürdürebilmemiz için de persona zorunlu hâle geliyor. İnsanlarla iyi geçinmek, sevmesek bile onlara daha dostça davranmak, çıkarlarımızı korumak ve başarıya ulaşabilmek için gerekli.
Çoğu insan, çalışma alanlarında bu maskeyi kullanıp akşam eve geldiğinde çıkarır. İkili yaşamda biri persona egemenliğindeki hayattır, diğeri ise iç dünyamızdaki hayat. Genellikle toplum taleplerinin öncelikli olması ile de persona meslekî ünvanlar, roller ve sosyal davranış alışkanlarını kapsar.
Anima ve Animus: Her insanın içindeki erkekliğin ve kadınlığın temsili.
Kimi zaman insanlar, eksik oldukları nitelikleri doldurma eğilimindedir. Bu da genellikle bir kişiliktir ve sıklıkla karşı cinsin özelliklerini üstlenir. Anima, erkeklerdeki dişiliği temsil ederken animus ise kadın ruhundaki erkekliktir.
Erkek için anima, bir yandan anne ile bağlantılı iken diğer yandan erkek doğasının bilinçsizce kadınsı yanının imgesidir. Bu, aynı zamanda ideal kadın hakkındaki fikirleri de taşır. Kadın için animus ise ideal erkeğin (baba, partner) ve kişiliğin bastırılmış erkek kısmının imgesidir.
Genellikle ilk kez yansıtma yoluyla ortaya çıkan bu kavramlara “ilk görüşte aşk” örneği verilebilir. Bu durumda, bir erkeğin animasını kadına yansıtması ya da bir kadının animusunu bir erkeğe yansıtması ve bunun sonucunda bir çekime yol açması, arketipin açıklamasıdır.
Gölge: Hoş olmayan niteliklerimizin saklandığı yer.
Atalarımızdan miras aldığımız hayvan eğilimleri de dahil olmak üzere, inkâr etmek istediğimiz tüm kınanacak özelliklerimiz bu arketip içerisinde. Utanç, korku, kıskançlık ve suçluluk gibi niteliklerin gizlendiği yer olan gölgenin ne kadar farkında olunmazsa da o kadar karanlık ve yoğun olabiliyor.
Gölge, sadece olumsuz olmadığı gibi kişiliğin her yönünün telafi edici bir karşılığı olduğu ilkesini de sağlıyor. Gölgemizle etkileşime geçmek zorlayıcı olsa da dengeli bir kişilik için önem teşkil ediyor.
Benliğin simgeleri, egonun kendisinden daha büyük bir bütünlük olarak kabul ettiği herhangi bir şey olabilir.
Bir diğer önemli arketip olan benlik; insanların en derinde olduğu, somutlaştırmaya çalıştıkları kişidir ve onları benzersiz kılan da budur. Jung’a göre her bireyin nihai amacı bir benlik durumuna ulaşmak.
Jung’un bireyleşme adını verdiği özel bir eylemin ardından benlik, tüm kişilik yapısının merkezi hâline gelir. Ayrıca Jung’a göre benlik, doğal dindarlığımızın vücut bulmuş hâli ve bilinçaltında kişinin iç uyumunu geliştirir.
Mandala ise benliği temsil eden önemli sembollerden biridir. Mandala, sembolik olarak bütünlük kazanmaya yönelik çaba ya da ihtiyacı simgeliyor. Jung’a göre kişiliğin merkezinin de sembolüdür. Ateş, su, toprak ve havayı, rüzgârın dört yönünü ya da Meryem Ana’yı ifade eder.
Benzer şekilde ahlak kuralları da kolektif anlayışa işaret eder. Farklı kültürler yaşıyor olsak da hırsızlık, dürüstlük ve cinayet gibi ahlak kuralları temelde tutarlı biçimde devam eder.
Bu önemli arketiplerin yanı sıra diğerleri de anlamsızlığımıza anlam oluyor.
İnsanlar çoğu zaman benzer rüyalar görüyor.
Jung, rüyaların kolektif bilinç dışına açılan bir pencere olduğuna inanıyordu. Birbirleriyle ilişkisi olmayan kişilerin nasıl aynı tepkiler verdiğinin açıklaması da kolektif bilinçaltına göre rüyalar.
Örneğin, rüyada bilinmeyen bir kişi tarafından kovalandığımızı görüyorsak muhtemelen bu rüya, atalarımızdan miras aldığımız ortak tehlike korkusunu yansıtıyor.
Gördüğümüz Rüyaların Kaynağı Tam Olarak Nedir?
Ortak ritüellerin açıklamasında da kolektif bilinç dışı yer alıyor.
Ölüm ve doğum gibi bazı ritüeller farklı kültürlerde benzer semboller içeriyor. Hint ve Afrika kültürlerinde ölüleri yakma geleneği olduğu gibi. Bu da aslında ortak bir ölüm anlayışına işaret ediyor.
Paylaşılan duygular, sanata da yansıyor.
Neşe ve öfke gibi birçok duygu da kolektif bilinç dışımızla bağlanan evrensel insan deneyimleri olarak açıklanıyor. Korku veya sevgi hissettiğimizde diğer insanların da muhtemelen aynı duyguları benzer şekilde hissettiğini düşünebilirsiniz.
Heykel, müzik ve resim gibi sanatsal ifadelerde genellikle aşk, acı ve sevinç gibi semboller yer alıyor. Bu da sanattan duyguya kadar aslında her şeyin kolektif bilinç dışı ile yüklendiğinin göstergesi oluyor.
Tehlikenin habercisi, bilgi ve yeniden doğuşun sembolüne kadar birçok şeyde yorumlanan yılan sembolü gibi tekrarlanan birçok semboller, ortak bir düşünce havuzunu ima ediyor.
Eski Türklerin Kullandığı İlginç Semboller ve Anlamları
Efsanelerin birçoğu aynı özellikleri taşır.
İster mistik yaratıklar olsun ister kahramanlar ya da asırlık masallar, hangisine bakarsanız bakın benzer temalar vardır ve ortak bir insan anlatısına hitap eder.
Fobiler nasıl ortaya çıktı?
Jung, kolektif bilinç dışını aslında hem çocuklar hem yetişkinlerde fobilerin nasıl ortaya çıktığı konusunda kullandı. Yüksek ses, karanlık, kan korkusu gibi bazı korkular kalıtsal genetik özellik ile kolektif bilinç dışından kaynaklanıyor olabilir. Çocuklara baktığınızda bazıları karanlıktan direkt korkar ancak bu korkuyu destekleyecek hiçbir şey yaşamamışlardır.
Kolektif bilinç dışı gerçek mi?
Bu kavramın var olduğunu gösteren hiçbir bilimsel kanıt olmasa da bazı gözlemler ve teoriler kolektif bilinç dışı fikrini destekler. Örneğin çocukların belirli bilgi ve becerilerle doğmaları kolektif bilinç dışının kanıtı olarak gösteriliyor.
Dayanağı olmasa da kolektif bilinç dışı, psikolojide oldukça popüler ve konu, araştırmacıların incelemeleri arasında yer almaya devam ediyor.
Kolektif bilinç dışı hakkında yorumlarınız neler? Sizce de dünyanın farklı yerlerindeki insanların piramitler gibi benzer şeyleri yapabiliyor olması, bebeklerin emme refleksi ile doğması, devasa büyüklükteki taşların yüzyıllar önce taşınabiliyor olması kolektif bilinç dışından kaynaklanıyor olabilir mi?